Ana içeriğe atla

İyi Fikirler Nereden Gelir? Steven Johnson

Bu resim Oxford'daki Grand Cafe. Bu resmi buraya koyuyorum çünkü, burası İngitere'de açılan ilk kahvehane, 1850 yılında açıldı. Burayı ünlü yapan şey bu. Bunu size göstermek istememin nedeni size tarihi İngiltere'ye özgü bir Starbucks turu yaptırmak istemem değil. Daha çok, İngiliz kahvehanelerinin son 500 yılda ortaya çıkan ve yayılan entellektüel tomurcuklanmaya katkısını göstermek için istedim, Çünkü bu sürece biz artık Aydınlanma diyoruz.


Kahvehaneler Aydınlanma sürecinin başlamasında çok önemli bir rol oynadılar. Bunun nedeni kısmen orada içilen şeyin niteliği. Çünkü, kahve ve çayın İngiliz kültüründe yaygınlaşmasından önce insanlar -hem sosyete hem ve sokaktaki adam sabah akşam, gün doğumundan batımına kadar içki içiyorlardı. Gün içinde tercih edilen içecek alkoldü. Kahvaltıda biraz bira, öğlen yemeğinde biraz şarap, sonra özellikle 1650’lerde- cin ve gün bitiminde de biraz daha şarap ve bira. Sağlıklı seçenek buydu, -doğru- çünkü su içilecek kadar güvenli değildi. Bu nedenle, kahvehanelerin yükselişine ka-dar neredeyse bütün nüfus gün boyu sarhoş geziniyordu. Nasıl olduğunu tahmin edebilirsiniz değil mi? Kendinizden düşünün, eğer bütün gün içki içiyor ol-sanız ve birden bire sizi uyuşturan bir maddeden, sizi uyaran bir maddeye geçerseniz aklınızdan daha iyi fikirler geçmeye başlar. Daha keskin bir zekanız olur, daha tetikte olursunuz. Bu nedenle İngiltere'de çay ve kahveye geçişi takiben müthiş bir yenilikçilik atağına geçilmiş olması tesadüfî değildir.



Kahvehaneleri önemli kılan bir diğer unsur ise bu mekanların mimarisi. Buralar, farklı kültür ve geçmişlere sahip insanların bir araya gelerek farklı alanlardaki deneyimlerini paylaştıkları yerlerdi. Buralar, Matt Ridley'in konuşmasında bahsettiği gibi fikirlerin seviştikleri yerlerdi. Burası bir nevi yatak odası gibiydi. Fikirler burada bir araya geliyorlardı ve bu döneme ait şaşırtıcı sayıdaki buluşun geçmişinde bir yerlerde bir kahvehane saklıdır.


Son beş yıl içinde kahvehaneler hakkında düşünerek epey bir vakit geçirdim, çünkü iyi fikirlerin nereden geldiğini bulmaya çalışan bir arayış içindeydim. Bu alışılmadık yeniliklikçi fikrilere ve alışılmadık yaratıcılığa yol açan ortamlar nelerdir? Yaratıcılığı destekleyen mekanlar nasıl yerlerdir? Şunu yaptım: hem kahvehane ve benzeri yerleri inceledim, hem de inanılmaz derecede yenilikçi fikirler üretmiş olan İnternet gibi medya ortamlarına baktım. İlk şehirlerin tarihlerini inceledim, hatta mercan adaları ve yağmur ormanları gibi alışılmadık derecede biyolojik çeşitlilik gösteren yerelere gittim. Bu tip yerlerde durmadan ortaya çıkan ortak bir şablon, kendini tekrarlayan bir davranış biçimi aradım. Onlardan ders alabileceğimiz, alıp kendi yaşantımıza, kurumlarımıza ya da çevremize uygulayarak daha yaratıcı ve yenilikçi hale getirebileceğimiz tekrar eden şablonlar mevcut mudur? Sanırım birkaç tane buldum.Ama bunlara anlam verebilmek ve gerçekten anlayabilmek için fikir üretimi ile ilgili konseptlerin bizi sürüklediği alışılageldik kelimelerden ve benzetmelerden uzak durmaya çalışmanız gerekli. İlham verici anları tarif etmek için kullandığımız zengin bir kelime dağarcığımız var. Beynimizde bir an şimşek çakması, ilham gelirken donup kalmak gibi deyişlerimiz var; "Evraka!" anlarımız, hatta beynimizde yanan ampuller, değil mi? Tüm bu kavramlar, her ne kadar gösterişli söylemler olsalar da tek bir basit önyargıyı paylaşıyorlar, bu da, bir fikirin, genellikle muhteşem ve aydınlatıcı bir anda ortaya çıkan tek bir kavram olduğu.

Ancak, şunu söyleyebilirim ki, bence özellikle başlangıçta yeni bir fikir aslında temele inerseniz bir şebekedir. Yani, beyninizin içinde olan budur. Bir fikir, yeni bir fikir, beyninizin içinde birbirleriyle senkronize ateşlenen yeni bir sinir ağıdır. Daha önce ortaya çıkmamış yeni bir dizilimdir. Şimdi soru şu: Bu tip yeni ağların oluşumunun daha çok olduğu ortamlara beyninizi nasıl götürebilirsiniz? Aslın-da, ilginç olan şu ki, dış dünyadaki bu tip şebeke yapıları aslında insan beyninin içindeki şebeke yapısının birer taklidi.

Kullanmak istediğim benzetme için aslında epey yakın zamana ait bir fikirin hikayesinden, epey güncel, 1650'lerden daha güncel en azından. Timoty Prestero adında harika bir adam var, bu adamın "Önemli Tasarım" diye bir firması var. Bu ekip, gelişmekte olan ülkelerde başta gelen sorunlardan biri olan bebek ölüm oranalrına ilişkin bir şeyler yapmak istemiş. Bu konuyla ilgili en sıkıntılı konulardan biri de, yenidoğan bebekler için inkübatör (yaşam destek cihazları) temin edilmesi. Eğer özetle bebekleri sıcak tutmayı başarırsak buralardaki bebek ölüm oranlarını yarı yarıya azaltabiliriz. Bu teknolojiye sahibiz, şu anda gelişmiş ülkelerde standart bir teknoloji bu. Sorun şu ki, 40.000 dolar verip bir inkübatör alır ve bu cihazı Afrika'da orta büyüklükte bir köye gönderirseniz, bir ya da iki yıl sorunsuz çalışacaktır. Ama bir süre sonra bir yerleri arızalanacak, bozulacak ve sonsuza kadar bozuk kalacaktır, çünkü 40.000 dolar değerindeki bu cihaza yedek parça sağlayacak bir sistem, ve onu tamir edecek bir uzman mevcut değil. Böylece, bu ülkelere yardım sağlamak için elinizdeki tüm parayı bu ileri teknoloji ürünlerine yatırmış olursunuz ve sonunda tüm bu yatırımlar işe yaramaz hale gelirler.

Prestero'nun ekibinin yapmaya karar verdiği şey buydu. Etrafı inceleyip, gelişmekte olan bu ülkelerde mevcut olan hangi kaynakları kullanabileceklerini görmek. Şunu farkettiler, buralarda yaşayan insan-ların çoğunun dijital video cihazları ya da mikrodalga fırınları yoktu, ama arabalarını çalışır durumda tutma konusunda epey başarılıydılar. Bu yerlerin hemen hepsinde sokakta çalışan bir sürü Toyota Forerunner mevcuttu. Yani arabaları çalışır halde tutma konusunda epey uzmanlar. Bunun üzerine, Prestero'nun ekibi şunu düşündü: "Tamamı araba yedek parçalarından oluşan bir inkübatör imal edebilir miyiz?" Sonunda ürettikleri cihaz buydu. Adı “yenibakım cihazı”. Dışarıdan, modern batılı bir ülkedeki herhangi bir hastanede bulabileceğiniz inkübatöre benziyor. İçi ise tamamen araba parçalarından oluşuyor. İçinde pervane var, ısıyı far lambaları ile veriyor, alarm olarak kapı açık uyarısı kullanılmış. Araba aküsü ile çalışyor. Yani bu cihaz bozulduğunda tamir etmek için gereken tek şey Toyota yedek parça bayi-inden edineceğiniz yedek parçalar ve tamir yeteneği. Bu gerçekten de harika bir fikir, ama benim söylemek istediğim bunun aynı zamanda ortaya çıkan iyi fikirler için çok iyi bir benzetme olduğu. Biz, ortalığı yerinden oynatacak fikirlerimizin bir nevi 40.000 dolarlık inkübatör gibi son model olduğunu düşünmeyi severiz, oysa çoğunlukla böyle değillerdir. Genelde yakında, ortalıkla bulunan parçaların birleşmesinden oluşmuşlardır.




 



Diğer insanlardan fikir alırız, bize bir şeyler öğretmiş olan insanlardan, kahvehanelerde karşılaştıklarımızdan ve bu fikirleri birbirlerine ekleyerek yeniden şekil veririz, yeni bir şey yaratırız. Yeniliğin ortaya çıktığı an budur işte. Bu aynı zamanda yenilikçilik ve derin düşünce ile ilgili kafamızdaki bazı modelleri de değiştirmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bakın, klasik modellerden biri bu. Bir diğeri de Newton Cambridge'deykenki Newton ve elma. Yani, adeta orada öyle durup derin düşüncelere dalmışken, daldan bir elma düşüyor ve birden yerçekimi teorisini akıl ediyorsunuz. Aslında, tarih boyunca yenilikçiliğe önayak olmuş yerler aslında biraz şöyle görünme eğilimindedirler. Hogarth'ın bir tavernadaki politik bir akşam yemeğini betimlediği meşhur tablosunu düşünün. Ama o zamanlardaki kahvehaneler böyle görünüyordu. İşte fikirleri bir araya getiren insanların yeni, ilginç ve ön-görülmeyen tesadüflere maruz kaldığı, farklı geçmişe sahip insanlarla beklenmedik şekilde karşılaştıkları kaotik ortamlar buralar. Yani, eğer yenilikçilik peşinde bir organizasyon yaratmak istiyorsanız size tuhaf gelse de, bahsettiğime benzer ortamlar yaratmalıyız. Ofisiniz buna benzemeli, vermeye çalıştığım mesajın bir kısmı bu.

Bununla ilgili sorunlardan biri de şu, bu alanda yeterince araştırma yaparsanız göreceksiniz ki insanlar kendi ürettikleri iyi fikirleri ya da geçmişteki en iyi fikirlerini anımsama ve rapor etme konusunda inanılmaz derecede tutarsızdır. Bundan birkaç yıl önce, Kevin Dunbar adındaki harika bir araştırmacı ortalıkta dolanıp bir nevi "Big Brother" yaklaşımı ile iyi fikirlerin nerelerden geldiğini bulmaya çalıştı. Dünyadaki bir sürü bilimsel araştırma laboratuvarını ziyaret etti ve herkesi günlük işlerini yaparken videoya kaydetti. Mikroskop başında otururken, su makinesinin başında iş arkadaşları ile sohbet ederken, bütün hepsini. Tüm konuşmaları da kaydetti ve en önemli fikirlerin nerelerde ortaya çıktığını bulmaya çalıştı. Hepimiz, laboratuvarda çalışan bir bilim adamı düşün-düğümüzde aklımıza şu klasik görüntü gelir.





Bilim adamı mikroskobunun başında iken incelediği doku örneğinde bir şey görür ve birden "evraka!" süper bir fikir gelir aklına.Ama Dunbar yaptığı kayıtları incelediğinde gördü ki aslında ortalığı sarsacak derecede güçlü fikirlerin hiçbiri tek başına laboratuvarda, mikroskop altında ortaya çıkmadı. Aksine, bu fikirler haftalık laboratuvar toplantısı sırasında konferans masası çevresinde herkesin bir araya gelerek, ellerindeki en son verileri ve bulguları ve hatta yaptıkları hataları paylaştıkları anlarda ortaya çıktılar, Yaptıkları buluşlardaki hatalardan ders aldılar. İşte bu tip bir ortam “ben buna likit network demeye başladım”, farklı geçmişe, ilgi alanına sahip kişilerden gelen farklı fikirlerin bir araya gelmesi, birbiriyle itişmesi birbiri ile sürtüşmesini mümkün kılan alanlar. İşte bu alanlar, aslında yenilikçiliğe bizi götüren alanlardır.

İnsanların bir diğer sorunu da yaptıkları yenilikçiliğin tarihçesini kısacık bir süreye hapsetmek istemeleri. Buluşlarının hikayesini bir nevi "Evraka!" anına benzetmeyi seviyorlar. "Orada dururken birdenbire zihnim aydınlandı, her şey yerine oturdu." demek istiyorlar. Ama, aslında eğer geçmişteki kayıtlara bakacak olursanız pek çok önemli fikirin aslında oldukça uzun kuluçka süreleri olduğunu görürsünüz. Ben bu duruma "yavaş önsezi” adını veriyorum. Son zamanlarda bunu çok duyuyoruz önsezi ve dürtüler. Ve birdenbire, göz açıp kapama hızıyla olan idrak anları ama gerçekte, iyi fikirlerin çoğu bazen onlarca yıl insanların zihninin gerisinde bir yerde takılı kalabilir. Karşılaştıkları sorunun ilginç olduğunun farkına varırlar ama onu nasıl çözeceklerine ilişkin bir yöntem yoktur akıllarında. Bütün bu zamanı başka sorunları cevaplamak için harcarlar ama tüm bu zaman içinde kafalarının içinde, gezinip duran ve ilgilerini çeken ama henüz çözemedekleri bir büyük soru işareti vardır.


Bunun en güzel örnekerinden biri Darwin. Darwin'in kendisi, otobiyografisinde doğal seleksiyon fikrinin klasik bir "Evraka!" anında ortaya çıktığını anlatıyor. Çalışma odasında iken, 1838 yılının Ekim ayında Malthus'un nüfus ile ilgili eserini okurken, birdenbire doğal seleksiyona ait basit algoritma gözünün önünde beliriyor ve kendi kendine, "Ah, nihayet çalışan bir teori kurabildim." diyor. Kendi otobiyografisinde böyle anlatıyor. Bundan on yıl kadar önce, Howard Gruber isimli müthiş bir araştırmacı Darwin'in o döneme ait not defterlerini inceledi. Darwin inanılmaz not tutardı aklına gelen her bir ufak fikri, her bir önseziyi yazardı. Gruber şunu fark etti ki Darwin Malthus'un nüfus kitabını 1938'de okurken ortaya çıkan anlık aydınlanmadan çok daha önce, aylar ve aylar önce doğal seleksiyon teorisini tamamlamıştı bile. Bu teoriyi tam olarak anlatan bölümler vardı ve aslında düşünürseniz bu bölümler Darwin'e göre kendisinin bur teoriyi geliştirmesinden önce yazdığı kitaplar. Fark ettiğimiz gibi, Darwin, bir anlamda bu fikri bulmuştıu, bu kavramı bulmuştu ancak bunu tam anlamı ile düşünme yetisinde değildi henüz. Aslında büyük fikirler genelde bu şekilde ortaya çıkar; yavaş yavaş, uzun bir zaman içinde görünür hale gelirler.


Şimdi, hepimiz için ortaklaşa çözmesi gereken konu şu: bu tip uzun bir yarı ömrü olan fikirlerin ortaya çıkmasına yardım edecek ortamları nasıl yaratabiliriz? Patronunuza gidip "Firmamız için 2020 yılında çok faydalı olacak harika bir fikrim var. Bunu yapmak için bana biraz zaman verir misiniz?" Şimdi, Google gibi bazı firmalarda, bu tip yenilikçilik projeleri için mesainin %20'si kadar yıllık izin hakkı mevcut. Buralar fikir üreten mekanizmaları besleyen organizasyonlar. Ama bu anahtar bir konu.

Bir diğer husus da bu tip önsezilerin diğer insanların önsezileri ile bağlanmasını sağlamak. Genelde olan budur. Bir fikrin yarısına sahipsinizdir, bir diğeri de diğer yarısına. Eğer uygun bir ortamda iseniz bu iki yarı birleşerek toplamlarından çok daha güçlü bir hal alırlar. Yani, bir bakıma genelde fikri mülkiyet haklarının korunması hakkında konuşuruz. Biliyorsunuz işte, bariyerler kurma, gizli AR-GE laboratuvarları, her aklımıza gelen şeye patent almak gibi. Böylece bu fikirlerin değerlerini koruyacaklarını, insanların buna benzer yeni fikirler üretmesini özendireceğimizi ve kültürümüzün daha yenilikçi olacağını düşünüyoruz. Ama önemli olan bir konu daha var bence fikirleri korumak için harcadığımız zamanın belki de daha fazlasını fikirleri birbirleri ile birleştirmek için harcamamız gerekiyor.





Size son bir hikaye daha anlatmak istiyorum, bence bu değerleri çok iyi bir şekilde gösteriyor, ve bu hikaye yenilikçi bir keşfin nasıl hiç öngörmediğimiz bir şekilde ortaya çıkabildiğini anlatan bir hikaye. 1957 yılının Ekim ayında, Sputnik uydusu yeni fırlatıldığında, Maryland'de John Hopkins Ünversitesi'ne bağlı bir uygulamalı fizik laboratuvarındayız. Günlerden Pazartesi sabahı ve geze-genin etrafında dönmeye başlayan uydu ile ilgili haberler yeni yayınlanmış. Elbette ki, burası bir inekler cenneti, değil mi? O an orada bulunan fizikle uğraşan bir sürü inek, "Aman Tanrım, bu mu-hteşem. Bunun olduğuna inanamıyorum." diyor. Bunlardan iki tanesi UFL'daki 20 araştırmacıdan iki tanesi kafeteryada, masada bir grup meslektaşları ile sohbet ediyorlar. İsimleri Guier ve Weiffenbach olan bu iki kişi muhabbet etmeye başlıyor. Biri diyor ki, "Hey, bu nesneyi dinlemeye çalışan oldu mu?" Biliyorsunuz, tepemizde, uzayda insan yapımı bir uydu dolanıyor ve mutlaka bir tür radyo sinyali yayıyor olmalı. Eğer frekansını bulursak muhtemelen onu duyabiliriz." Böylece etraflarındaki birkaç meslektaşlarına soruyorlar, herkes diyor ki "Yok, bunu düşünmemiştik. İlginç bir fikir."
Tesadüf o ki Weiffenbach mikrodalga alıcıları konusunda bir uzman ve ofisinde de bir anfiye bağlanmış ufak bir anten kurulu. Böylece Guier ve Weiffenbach, Weiffenbach'ın ofisine gidiyorlar ve alıcıyı kurcalamaya başlıyorlar. Şu an hacking dediğimiz şey bu. Birkaç saat sonra, gerçekten de bir sinyal yakalıyorlar. Çünkü Sovyetler Sputnik'i çok kolay izlenecek şekilde tasarlamışlardı. Tam 20 MHz'lik sinyaller yayıyordu ve bu nedenle kolayca dinlenebiliyordu. İnsaların bu uydunun yalan olduğunu düşünmesinden korkuyorlardı, aslında. Bu nedenle kolaylıkla izlenebilir bir şekil-de tasarladılar uyduyu.

Bu iki adam, ofiste oturup sinyali dinlerken, ofise in-sanlar gelmeye başlıyor ve diyorlar ki, "Vay canına, bu süper bir şey. Ben de dinleyebilir miyim? Vay be, harika!" Çok geçmeden şunu fark ediyorlar " Vay canına, bu tarihi bir an, muhtemelen Amerika'da bunu dinleyen ilk insanlar biziz. Bunu kaydetmeliyiz." Böylece odaya bu kocaman, hantal, analog kayıt aletini getiriyorlar ve bu ufak biip, biip seslerini kaydetmeye başlıyorlar. Ve duydukları her bir biip sesinin aralığının saatini kaydetmeye başlıyorlar. Derken şunu düşünmeye başlıyorlar, "Farkında mısın? Burada ufak bir frekans varyasyonu var. Eğer Doppler etkisini kullanarak matematiksel birkaç formül yazarsak muhtemelen uydunun hızını hesaplayabiliriz. Derken buldukları ile biraz daha oynadılar ve farklı uzmanlık alanına sahip birkaç meslektaşları ile daha konuştular. Ve dediler ki, " Hey, biliyor musun, bizce Doppler etkisinin grafiğinin eğimini dikkatlice incelersek uydunun antenimize en yakın olduğu ya da en uzak olduğu anları hesaplayabiliriz. Süper bir şey bu." Nihayetinde, standart iş tanımlarının yanısıra bu ufak yan projeyi de yapmak için izin alabildiler. UFL'nin yeni satın aldığı ve bir odayı baştan başa dolduran yeni UNIVAC bilgisayarını kullanma iznini de kopardılar. Bazı rakamlar üzerinde çalıştılar ve üç haftalık bir sürenin sonunda, bu uydunun Dünya etrafındaki yörüngesinin haritasını tam olarak çıkarmayı başardılar. Bunu sadece yemek yerken kafeteryada akıllarına gelen ufak bir ön-görüyü dinleyerek başardılar.





Birkaç hafta sonra, patronları, Frank McClure, onları bir odaya çağırdı ve dedi ki, "Hey, çocuklar, sizden bir ricam var, şu çalıştığınız proje ile ilgili. Dünyanın etrafında dolanan ve bulunduğu nokta bilinmeyen bir uydunun konumunu yerden belirlemeyi başardınız. Peki, tersini yapabilir misiniz? Eğer uydunun yerini biliyor olsanız, dünya üzerindeki bir noktanın konumunu belirleyebilir misiniz?" Bunu biraz düşündüler, ve dediler ki, "Hmm, sanırım yapılabilir. Bir hesaplayalım." Böylece odalarına gittiler ve bu konuyu düşündüler. Daha sonra geri geldiler ve dediler ki "Aslında, bu daha da kolay." Patronları dedi ki, " Ah, bu güzel haber. Bakın, şu anda nükleer denizaltılar imal ediyoruz ve bu denizaltılardan atılan bir füzenin tam Moskova'nın göbeğine düşmesini sağlamak eğer deni-zaltının Pasifik Okyanusu'ndaki konumunu bilmezseniz imkansız. Bu nedenle düşündük ki, yörüngeye bir grup uydu atabiliriz ve bu uyduları kullanarak denizaltılarımızın okyanusun ortasındaki konumlarını tam olarak bulabiliriz. Bu konu üzerinde çalışır mısınız?"




İşte bu, GPS'in doğuşu. 30 yıl sonra, Ronald Regan bu teknolojiyi açıkladı ve açık bir platform haline getirdi ve bu platform isteyen herkesin üzerine birşeyler ekleye-bileceği ve yeni bir teknoloji geliştirerek yaratıcı ve ye-nilikçi bir şeyler üreteceği bir ortam haline geldi. Herkesin ne isterse yapabileceği bir ortam. Şimdi sizi temin ederim ki bu odada beni dinleyenlerin en azından yarısı, hatta daha da fazlası cebinde, uzaydaki bu uydularla iletişim kurabilen ufak birer cihaz taşıyor. Ve iddia ediyorum ki en azından biriniz, hatta belki de çoğunuz bu ufak cihazı ve bahsettiğim uydu sistemini son birkaç gün, ya da hafta içinde yakınlardaki bir kahvehanenin yerini tespit etmede kullandınız, değil mi?

Bence bu harika bir örnek, çok iyi bir ders, bize açık yenilikçi sistemlerin gücünü muhteşem, öngörülemeyen ve sınır tanımaz gücünü gösteriyor. Bu sistemleri doğru kurarsanız, yaratıcılarının hayal bile etmedikleri noktalara götürebilirler sizi. Yani bakın, bir an bu iki adam birlikte geliştirdikleri bu tutkulu projeyi bir anlık bir önseziyi değerlendirerek geliştirdiler. Daha sonra soğuk savaşta önemli bir yer aldıklarını düşündüler. Oysa görünen o ki, aslında sadece birilerine sütlü kahveyi içecekleri bir kahvehaneyi bulmaya yardım ediyorlar. Yenilikler böyle yaratılır. Anlık karşılaşmalar, birleşik zihinlere destek olur.

-SON-


  Steven Johnson, TED konuşmasından derlenmiştir. (Arad  Ekim 2014 Bülteninden)





Bu blogdaki popüler yayınlar

Enkarnasyon Nedir? Dr. Bedri Ruhsalman

Enkarnasyon Nedir? Enkarnasyon ete girmek demektir. Yani ruhların bir beden aracılığı ile belirmesidir. Böyle bir ilişki , ruh ile maddeyi birbirine bağlayacak olan bir aracıya ihtiyaç gösterir ki, buna Perispiri denir. Yani ruh, kendinde saklı olan tesir gücü ile, perispiri aracılığı ile ineceği dünyaların maddelerinden o dünyadaki yoğun bedenini kurar. Kaba madde ile sıkı bir bağlantı demek olan bedenlenme veya enkarnasyon olayı, dolayısı ile serbest irade ve şuurda da bir daralma ve bir nevi kararmaya sebep verir. Tekâmül ihtiyaçlarımızın belirli hale getirdiği bir takım tertipler, sevk edişler himaye ve yardım atmosferi içinde bir hayat mevzu bahistir. Ve dünyada bunlardan kurtulup kaçmak bizim elimizde olmaz. Enkarne olmuş varlık, bütün bu şuurlu tertip ve nizamın mana ve maksadından habersiz olarak bazı merhaleleri aşmak ve bir kısım yetenekleri geliştirme olanaklarına sahip olur. İstenilende zaten budur. Üstad isimli bedensiz bir dostumuz şöyle demektedir. 

Sembolizm Dersleri -6 Rakamı ve İçerdiği Sembolik Anlamı

Altı sayısı en küçük yetkin sayıdır; kendisi dışındaki tüm tamsayı çarpanlarının toplamına eşittir.  Örneğin: (6=1x2x3=1+2+3) 2 ile 3' ün, bu kez, çarpımlarıyla oluşuyor. Altı sayısı GRAFİK SEMBOLİZM ’ de bir altıgen ve onun yarattığı attı köşeli yıldızla özdeştirilmektedir. Salamon’un mührü veya David’in kalkanı denilen ve bugün İsrail’in ulusal amblemi olan bu yıldız, ters yönde iç içe geçmiş iki eşkenar üçgenden oluşuyor ve SU ile ATEŞ arasındaki dengeyi işaret ediyor. Diğer bir deyişle birbirinin karşıtı iki şeyi birleştiren bir şekil olduğu gibi, dikine duran üçgenin ayna görevini yapan su üzerindeki ters görünümü yansıtıyor. Salomon’un mührü şeklinde görülebileceği gibi, tepe noktası yukarıda olan üçgen, Hıristiyan ikonografisinde İsa’nn tanrısal karakterini betimlemektedir. Tepe noktası aşağıda olan üçgen ise bu karakterin O’NUN fiziki ve insancıl görünümünde yansıdığını hatırlatır gibidir... Sembolizm Dersleri 6 6, diğer çift sayılar gibi, Ay’ın çe

Sembolizm Dersleri -9 Rakamı ve İçerdiği Sembolik Anlamı

DOKUZ (9) Basit sayıların sonuncusu olan dokuz, üç' ün karesi olduğundan, onun niteliklerini de taşıyor. Mitolojide varlığına inanılan gök, yer yüzü ve yeraltı dünyalarının tümünü simgeleyen bir sayı olmuştur. Sayılar dizisinin sonuncusu olması nedeniyle, bir sona ulaşıldığını ve yeniden başlamanın haber vericisi gibidir. Diğer bir deyişle, bitim ve ölüm olayının olduğu gibi, yeni bir doğum veya filizlenmenin göstericisidir. Yaşam çemberinin son halkasını kilitler. Mason sembolizmine göre, (9) rakamı grafik olarak aşağıya doğru, yani maddesel bir filizlenmeyi, (6) ise bunun tam tersine, yukarıya yönelik olduğundan, ruhani (tinsel) bir filizlenmeyi simgelemektedir. Doğum olayı için de bu görüşü değerlendirirsek, dokuz sayısının, yedinci aydan itibaren aşağı yukarı şekillenmiş olan fetüs (cenin) ün tam anlamıyla belirgin hale gelmesi için gerekli olan sürenin karşılığı olduğunu görürüz. Gerçekte fetüs’ün rahimdeki pozisyonu (9) rakamına benzemektedir. Altı ise in

Ruh ve Beden İlişkisi Nasıl Olmaktadır?

Ruh bir madde ile iştirak eder. Beden denilen şuurlu madde halini husule getirir. Ondan sonra ruh artık tamamen o bedenin şartlarına bağlanır. Ve o şartlar içinde, organik faaliyetlerinden başka, ruhi ve manevi denilen bütün halleri beyne ve asabi cümleye (sinir sistemi), yani beynin ve asabi cümlenin imkan ve kabiliyetlerine bağlı bulunur. Ruh, madde ile iştirak eder. Şuurlu maddeyi, yani varlığı kurar. Varlık da kendi ruhunun ve yardımcı varlıkların faaliyetleriyle kaba maddelerden kendisine ayrıca bir beden yapar. Ve bu beden vasıtasıyla maddelere tesir eder. Kullandığı kaba maddelerle de kendi haricindeki diğer bedenlere tesir etmek suretiyle maşeri plana adımını atar. Ve hidrojen aleminin varlık safhasındaki tekamülü de bu andan itibaren yürümeye başlar. Ruh ve Beden İlişkisi  Ruha hizmet eden varlık hemen bedeni vasıtasıyla etrafındaki kaba maddelere ve bedenlere tesir ederek ruhun bu yeni ihtiyaçları karşısında lüzumlu hadiselerin meydana gelmesine sebep olur. İy

Eş Zamanlılık

Eş zamanlılık, aynı zamanda eş anlılık, senkroni, senkronizm   olarak ta kullanılır.   Anlamlı, aynı veya benzer kavramı içeren, fakat   nedensel bağlantısı olmayan iki yada daha çok olayın eş zamanlı oluşumudur. Bunu hepimiz yaşantımızda zaman zaman gözlemişizdir. Tam uzun zamandır görüşmediğiniz bir arkadaşınızı düşünürken, telefon çalar, arayan o arkadaşınızdır. Aklınızdaki bir sorunun cevabı, otobüste yanınızda oturan kişinin okuduğu dergide bir başlıktır. Tam iş değiştirmeyi düşünürken gelen bir teklif size çok daha uygun, kendinizi gerçekleştirebileceğiniz iş olanaklarını size sunar. Eşzamanlılık nedensellikten farklıdır. Nedensellik, sonuç aracılığı ile sabit bağlantı içerdiği halde, eş zamanlılık, uyum, denklik veya anlam aracılığı ile sabit olmayan bağlantı içerir. Eşzamanlılık, sürekli bir dünya dokusu oluşturmak için, birbiri ile ilişkisiz olayların birbirine örüldüğü bir kozmozu işaret eder. Eş zamanlı olayların bazı özellikleri vardır. Öncelikl