Dünya insanını günümüzde meşgul eden iki büyük sorun vardır: Birisi kendi egoizması, ikincisi de ondan doğan açgözlülüğüdür. Gerçekten veba salgını gibi bir açgözlülük salgım içindeyiz. Bunları farkında olmadan yapıyor ve kendimize zarar getiriyoruz.
Hiçbir şeye hırsla bağlanmamalıyız, çünki yaşarken sahip olduğumuz her şey gelip geçicidir ve ruhsal yöneticiler tarafından bize emanet olarak verilen tekâmül araçlarıdır. "Mal sahibi, mülk sahibi; hani bunun ilk sahibi?" gibi güzel tekerlemeler vardır. Bunları herkes söyler ama buna rağmen ellerindeki kocaman çuvalı boyna doldururlar ve onu sırtlarında taşırlar.
İnsan birtakım araçlarla kendini donatıyor; ancak bunları hangi amaçla kullanmak istiyor? Bunu bilip de eş koşmazsa insan, kendisi araba olmaz, ayakkabı olmaz, elbise olmaz, fiyakalı saç olmaz, oturduğu müdür masası olmaz ve bu araçları kendi vicdanına göre ayarlar. Biz bunlar değilsek, bunların dışında kendimizde bir güç görebiliyorsak gerçek değerimiz ortaya çıkar. Başka bir deyişle, şu anda bizi genel müdürlükten attıklarında içine düştüğümüz durum, bizim asıl durumumuzdur.
Örneğin, normal bir Amerikalı, işi olmadığı zaman kendini yok saymaktadır. Bir iş gördüğü, bir şeyler ürettiği zaman ancak, kendisinin var olduğunu düşünmektedir. Doğuda ise böyle bir şey yoktur. Bizim insanlarımız, "İşim yoksa ben de yokum." diye düşünmez. "Açlıktan ölenin mezarı yoktur." derler. Yani mezar taşının üzerinde, "Bu adam açlıktan öldü." diye yazmaz anlamındadır. "Ben nasıl olsa bir nafaka bulurum; o kapı kapalıysa, başka bir kapı açılır." diye düşünür. Bu tam bir tevekküldür.
Tekâmül araçlarını, belirli amaçlara ulaşmak için kullanırız. Bir gün mutlaka dünyada bırakılacak maddî şeylere duyduğumuz hırs, bencillikten kaynaklanır. Bencillik ise Evrensel Yardımlaşma Yasası'na aykırıdır. Tüm varlıklar birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde olmak zorundadır. Bu karakter hâline ulaşması gerekir. En basitinden örnek verecek olursak; bedenimizdeki bütün organlar birbirleriyle dayanışma ve yardımlaşma hâlinde çalışırlar.
Çene vasıtasıyla öğütülmüş yemeği alan mide, içindeki asitleriyle onu daha da öğütecektir. Bazı gıdaların bedenin başka organlarında hasar oluşturmaması için karaciğer, başka türlü bir dayanışma içinde, onu nötralize ediyor, depoluyor, şekerini kaldırıyor ve dengeliyor. Heyecanlandığımızda, korktuğumuzda adrenalin hemen kalbi takviye ediyor; yavaşlatıyor, hızlandırıyor; damarları genişletiyor.
Önce kendimize bakalım. Vücut baştan aşağı yardımlaşma ve dayanışmadan ibaret bir çalışma içindedir. Bir tanesi bir tanesine uyum sağlamadığı zaman hasta oluyoruz, göremiyoruz, duyamıyoruz, midemiz hasta oluyor, her şey oluyor. Neden? Çünki aralarındaki uyum ve dayanışma ortadan kalkıyor. Bu, bedende böyle olduğu gibi, toplumda ve evrende de böyledir. Güneş'in kendi çekim gücü olmazsa, acaba çevresindeki gezegenler ne hâle gelir? Birbirlerinin içine girerler ya da savrulur giderler.
İnsanlar neden bencildir? Yardımlaşma Yasasına aykırı davrandıkları için. İnsan bütün yardımı kendine yöneltiği için egoist olmaktadır. Bu enerjisini dışarıya yöneltse dürüst olur, elci olur. Bu yasanın üst seviyelerden insanlara öğretilmesi çok zor olduğundan dolayı, ahlâk bir düstur hâline getirilmiştir.
Nitekim İslâm dininde emirler var. Zekât vereceksin, oruç tutacaksın. Ne yapmam gerekiyor? Dağıtman gerekiyor, vereceksin diyor. Bu yardımlaşmadan başka bir şey değildir. Ama temeli evrensel bir yasaya bağlıdır. Bu evrensel yasa doğrudan anlatılırsa pek anlaşılmaz. Bu bakımdan iş hemen uygulamaya dönüştürülmüştür. Zaten dinlerin asıl amacı insanlara büyük bilgiler vermek değil, onlara uygulamalı bir şeyler yaptırmaktır. İnsanlara, bu bilgileri nasıl yaşayacaklarını öğretmeye çalışmışlardır.
İnsan dünyada ancak ıstırap çekerek gelişebiliyor. Çünki bağlandığı pek çok şey var ve onların elinden alınması insana acı verir. Ancak insan, özdeşleştiği şeyleri, acı da verse, gururunu, kıskançlığını, alınganlığını, cimriliğini, ve bencilliğini terk etmek zorundadır. Bu terkler insan için birer zorunluluktur.
Başkalarının zararı pahasına kendi çıkarını düşünmek ve mutlu olacağını sanmak kendini kandırmaktır. Gerçek mutluluk insanlara karşılıksız yardım etmek ve onları sevmekle kazanılır. Tamamen tersi uygulanıyor insanlarda. Büyük bir mutluluk sloganıyla hareket etmektedir. Mutlu olmak istiyor ama gururundan, bencilliğinden de hiç vazgeçmek istemiyor. Karşı taraf da istemiyor. Kim kimi mutlu edecek? Hiç kimse kimseyi mutlu edemeyince, insanlar mutlu olamıyor.
Ne kadar çok şeye sahip olursa, o kadar mutlu olduğunu sanıyor. Mutlu olmam için çok şeyimin olması lâzım diyor. Halbuki bu tamamen bir yanılgı. Bir insan ne kadar çok şey verirse o kadar çok mutlu olur. Çünki hafiflemesi lâzım. Çünki şuursuzca yapılan her istek insan için birer ağırlıktır. Beklemeden veriyorsunuz; gerçek mutluluğu o zaman tadacaksınız. Almadan vermeyi öğrendiğiniz zaman mutluluğu tatmış oluyorsunuz.
Yoksa öbür türlü mutlu oluyorum dediğiniz her şey bir zandan ibarettir. Bu, aynen şartlandırılmış farelerin durumuna benzer: Lâboratuvarda besinin bulunduğu kafesi açtırmak için bir düğme vardır, ancak bu düğme ona acı vermektedir. Çünki oraya bir elektrik akımı verilmektedir. Ayağını oraya basması lâzım, çünki besin aynı zamanda narkotik, yani bağımlılık yaratan bir besindir. Gider, gelir, hep ayağını çarptırır. Zavallı fare alışkanlığa yakalanmıştır bir kere. Almanın, hep edinmenin hazzına yakalanmıştır, kendine göre. O hâle gelir ki, bir dakika boyunca o besini yiyemezse ölecektir. Sonunda hayvan ölür.
Aynı özellik genetik yapı olarak biz insanlarda da vardır. Bazı şeyler hemen alışkanlık yapabiliyor, tiryakilik doğurabiliyor. Ama insan bunları yönlendirmek zorundadır. O bir fare değildir. Zekâsı, mantığı, kendine hâkim olma, kendini yöneltme ve isteği ile bir şeyleri yönlendirebilmesi gerekir. İşte o zaman insandır o.
İnsanların ne oldukları değil, ne yaptıkları ve ne niyetle yaptıkları önemlidir. İnsan sadece yaptıklarından değil, düşündüklerinden de sorumludur. O hâlde insan, her işi Tanrı'nın işi bilerek elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmalı ve yaptıklarından dolayı maddî ya da manevî herhangi bir karşılık beklememelidir. Kuşkusuz bunlar ideal önerilerdir, ancak ister istemez insan yaptığı iyi bir şeyin iyi bir şeyle karşılaştırılacağını, hiçbir şey olmasa bile Tanrı'nın hoşuna gideceğini düşünebilir. İnsan bunu düşünebilir, normaldir. Bir şeyi hiçbir karşılık beklemeden yapma gücünü kazanmak tabi ki çok yüce bir şey. Bunu çok güçlü varlıklar yapar, ama bunu da bilmek bir erdemdir. Bir gün gelir, belki bu kurala uygun olarak biz de davranma gücümüzü gösterebiliriz.
Yaşamın Amacı Kendini Bilmek - Ergün Arıkdal